10 Temmuz 2015 Cuma

Yunanistan (Atina - Selanik - Girit)

Bazılarınızın bildiği üzere bir süreliğine komşuya iteledim kendimi. Pek tabi gidip gördüğüm şeyleri not aldım ki buraya yazarım, unutmamı engeller.

-- Öncelik çoğu ülkede karşılaşacağınız gibi, kendi dillerinde birkaç kelime kullandığınızda Yunanların da yumuşadığı üzerine. Nasıl ki "anaaa yakşamlar dedi lan hahaha" diyorsak biz, ne zaman ki bir şey sorduktan efharisto (teşekkürler) dediysem, bekletmeden gelişine parakalo'yu (rica ederim ve aynı zamanda lütfen olarak da kullanılıyor) yapıştırdı hepsi gülümseyerek. Aynı şey kalimera ve kalinihta için de geçerli. Gitmeden önce bazı yararlı soru kalıplarını da not almıştım fakat tren garı güvenlik görevlisinden belediye otobüsü şöförüne kadar insanlar ingilizce bildiği için hiç gerek kalmadı.

-- Avrupa Birliği'nin dayatması/sınırlamaları sonucu çok büyük krizde falan diyor herkes ama ya öyle bir şey yoktu ya da insanlar bunu gizlemek için ekstra çaba sarf ediyorlar. 20-30 kişilik bankamatik kuyruklarının hemen yanında bizim benzin tarzı bistrolar ağzına kadar yerel halktan insan dolu. Zaten burada yapılan "aga verelim parası neyse kurtaralım bunları yea" fırlamalıkları da düşük iq belirleyen tutumlar. Yunan sana sümüğünü atmaz. Finansal olarak darda olabilir ama yukarıda da bahsettiğim gibi eğitim seviyesi, insanlığı olarak falan seni donunda sallar.

-- Açıkçası orada olduğum zamanlarda tam olarak yurtdışında gibi hissedemedim. Anasını satayım yaşadığımız sorunlar bile benzer. Türkiye'nin mevcut durumundan ödün vermeden biraz daha muasır medeniyet seviyesine yükselmesi aha Yunanistan işte. Atanmış Türkiye adamlar. Zaten nerden geldiğimi öğrenen insanların %80'i "biz aslında çok benzeriz bu hükumetler anlaşamıyor" tarzı bir yana yattı ki sevindirici. Kalan kısım da muhabbet güzel devam ederken öğrendikten sonra bir hmmmmm çekip kafasını çevirdi. O da bi' acaip.

Atina

-- Atina'nın en büyük olayı tabi ki tarihi dokusu. Yok Akropolis, yok kalıntılar vs 3. günün sonunda kendimi M.Ö. 417'de sıkışmış hissettim. Antik alanlar dışında şehrin planlanması vs. düzgün fakat fazlasıyla eski. Şehrin kalanı kocaman bir Esenler Otogar, kocaman bir Bağcılar hissi yaratıyor. Zaten Omonia çevresine kaçak giren mültecilerin yerleştiğini ve hava karardıktan sonra pek tekin olmadığını söyledi bir kaç yerel insan. Welcome to the İstanbul.

-- Atina'nın gezmesi en keyifli yerlerinden biri de Monastiraki bölgesi. Antik eşya dükkanlarını dekoratif kafelerden ayırmak hemen hemen imkansızken ufak meydanında çikolata tenli Jamaika'dan kardeşlerimizin Aksaray'dan sonraki duraklarının burası olduğunu öğrendim. "Oooo sen Türkçe biliyoonn o zaman sen benm kankiii" ile Reggae festivallerine ufak bir bağışta bulunmak zorunda kaldım. Dedim ya, hiç yurtdışı gibi değildi.

-- Yine de temiz bölgeler yok mu, var. İlki Plaka, Monastiraki'nin hemen bitişiğinde ayrı bir mahalle. Daha çok hediyelik eşya dükkanları ve sade mimarisiyle göze batıyor. Sokaklarında kaybolmak bayağı keyifliydi. Diğeri de Kifisia, bayağı Yeşilköy gibi bir yer. Lüks dış görünüm, ferah bir yeşillik alan ve suburban tarz müstakil evler.

-- Metro ağı fena değil. Kilit nokta da öyle antin kuntin yerlere değil de önemli yerlere ulaşıyor olması (Akropolis, Pire, Monastiraki, Havaalanı, Olimpiyat Alanı vs vs.). Sanırım kontrole yakalanmadığınız sürece de bedava. Yani elimi kolumu sallaya sallaya girdim, iki kez de çifter çifter metroyu arşınlayan güvenlik gördüm. Giren çıkan bir şey olmadı. Ücretsiz olması şu şekilde avantaj; Atina o kadar da yürüyerek gezilecek bir şehir değil. Yürüyüş+metro sizi iyi idare eder.

-- Ege mutfağından sundukları zeytinyağlı çeşitlerin yanında souvlaki dedikleri bayağı şiş kebap ve gyros dedikleri allahın döneri ana sokak yemekleri. Ha ikisi de lezzetli, o ayrı.

-- Standart Avrupa ülkelerinde bizim için en büyük sorun olan SU, burada biraz daha çözüme yakın. Üzerinde table water yazanlar genelde içilebilir oluyor. Rouvas ve AYPA (Aira diye okunuyor sanırım) başlıcaları. Diğer içeceklerden de ucuz.

-- Şehrin özetini geçmek gerekirse tarihi doku tabi ki görülmeli fakat öyle çok da bir numarası yok. Kısıtlı zamanınız varsa 2 gün yeterli olur. 2 gün Atina, 1 gün Pire ideal senaryo; 3 gün Atina 1 gün Pire'yle de inciğini cinciğini görmüş olursunuz. Tercih sizin.

Selanik

-- Türklerin burayı benimsemesinin sebebini merkeze yürüdükçe anlayabiliyorsunuz. Şehir yapısı ayrı, insanların tavırları apayrı ve normalden daha çok benziyor. Atina'dan biraz daha eski duran bir şehir ama bolca inşaat halinde olan cadde/bina var. Bi' 2 sene sonra tekrar gidince farklı gözükebilir.

-- Meşhur Beyaz Kulesi ve iki yanındaki kıyı şeridi inanılmaz huzurlu. Tam sabah 6.30'da kalkıp bisiklet/koşu takılmalık. Bunu okuyup beni düşününce gülenlere erkenden edit: benim yakınımda Zeytinburnu sahil var amk vardı da biz mi koşmadık?

Hepi topu 24 saat geçirmemişimdir burda, bir kısmı da sağanak yağışa denk geldi zaten. İleride daha detaylı yaşamak gerek.

Girit/Heraklion

-- Resmen anakara ile ada insanının çarpıcı farkı ile şoke oldum. Temiz hava alınca değişiyorsun. Yunanistan'ın krizde falan olmadığına da burada karar verdim zaten. Bütün ciks mekanlar full. İnsanlar sürekli gece dışarıda eğlencede. Gece saat 1, ana meydanlar insan kaynıyor ve yarısı falan oranın genç halkı.

-- Valla öyle çok övülecek bir bütünlüğü yok. Bizim Akçay'ın, Ayvalık'ın falan biraz daha kentleşmiş hali. Yine yürüyerek merkezdeki her yere ulaşabiliyorsunuz. Tek sıkıntı toplu taşımanın müthiş sınırlı olması ve sahillerin merkeze uzak kalması. Ama yine de yazlık konseptiyle düşünülünce yaşanır. Çünkü esiyor, bunalmıyorsunuz. Burası önemli.

-- Girit'e gitmek istememin bir sebebi U19 Dünya Şampiyonası'ysa, diğeri de meşhur Yunan yazar Nikos Kazancakis'in oralı olmasındandı. Şampiyona konusunda ana salonun ta anasının örekesinde olmasından baltalandım; rahmetli yazarın da müzesi haftada iki belediye otobüsünün gidip de geri dönmediği (evet bayağı dönüş seferi yok o köyden), mezarının da bir yol kenarında herhangi bir tabela, mezar taşı falan olmadan öyle durmasıyla da şoka uğradım. Amk biraz daha özen gösterseydiniz keşke. Ben ne umutlarla, Aleksi Zorba gibi arşınlarken sokakları yaptığınız muameleye bak.

-- Yalnız biraz daha ada olmasının olayı mıdır nedir, muhteşem et lokantaları var. Bir de ada insanı farkı heralde, babalar bir oturuyor akşam yemeğine muhabbet sohbet bilmemne 3 saat. Sanırsın İsa'nın son yemeği. Ben de oturdum yedim bir güzel etimi, vurdum uzoyu da. Vallahi keyif iş.

Dediğim gibi; hiç yurtdışında hissetmemem dışında iyi geçti. Gidin görün.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları -1

Çizgi romanlar ve bulundukları evrenlere karşı içimde müthiş bir ilgi barındırsam da çok büyük bir okuyucu olduğum söylenemez. Son dönemde bunu değiştirmek adına çabalarım var ve bu çabalar sayesinde denk geldiğim (muhtemelen denk geleceğim) en güzel şey Seyfettin Efendi oldu. Ülke sınırları içinde yapılan işlerin genel kalitesizliğinden dem vurup önyargılarla etrafıma duvar ören bendeniz, bu seriye resmen yeni gelin gibi atlayıverdim. Devrim Kunter'in hem yazmak hem de çizmek gibi pek meşakkatli bir sorumluluğa girmesi eldekinin kıymetini de arttırıyor. Sanırım daha önce ufak parçalar halinde kendisi paylaşıyordu muhtelif internet ortamlarında ama ete-kemiğe (kuşe kağıda) bürünmesiyle tamamen dünyaya geldiğini söylemek yanlış olmaz.

Bilumum tarihi yapıtlar veya dönem yapıtlarına (roman, oyun, dizi, film vs) dibim düşercesine ilgi duymamın Seyfettin Efendi'yle tanışmamdaki baş etken olduğunu en başta not düşeyim. Nitekim bu zat 1900'lerin ilk çeyreğinde, Cumhuriyet'in yeni kurulduğu dönemde görev yapan zehir bir hafiye. Yetkili bir mecranın (Osman Paşa) ricası üzerine kurulan İfşa-yı Sırr ekibinin başı, otorite tanımaz bir sivri zeka. Aynı zamanda pozitivist ve rasyonel bir kafa yapısına sahip.

Ana karakterin başarılı temelleri bir yana, sözde bir dönem işi değil bu çizgi roman. Çizim temaları, diyaloglarda kullanılan Osmanlıca kelimeler, yan karakter özellikleri gibi alt başlıklar bu şemayı taşırmadan boyamaya yardımcı oluyor. Pala bıyıklar, paşazadeler, konaklar veya basit bir esnaf ve dükkan önü gibi. Hatta ilk sayıda Osmanlı tarihinde meşhur sayılabilecek Kazıklı Voyvoda'ya selam bile var.

Ekipten bahsettik, Seyfettin Efendi tek başına değil tabii. Kas gücü Pehlivan İsmail, ağırlıklı otopsiden sorumlu Doktor Aziz, bilgi edinme hususunda Casus Esat ve ekibin en nev-i şahsına münhasır elemanı Münevver. Diğer karakterlerin dimağdaki emilimi üç aşağı beş yukarı kolay olacakken Münevver bunların arasından sıyrılıyor. Cumhuriyet Dönemi'nin aydın ve modern kadını hüviyetindeki bu karakter, hiçbir şekilde erkek boyunduruğu kabul etmezken hikayeye daha çok teknik alet/edevat desteği veriyor. Yan karakter portrelerine de en az hikaye ve çizimler kadar önem verildiğini anlamak zor değil.

Özet geçmem ve kendimi tekrar etmem gerekirse ülke standartlarının çok üstünde bir iş Seyfettin Efendi. Çok bilinmedik lakin kaliteli şeyler için İngilizce'de bir deyim var ama unuttum şu an. Underrated değil. Yazarın ne kadar sıcak baktığını bilmiyorum fakat ben fazlasıyla Sherlock Holmes'a benzettim pozitivizm ve karakter yapısı açısından ki bu benim fazlasıyla memnun olacağım bir şey. Okuyun yani, pişman olmayacaksınız.

9 Kasım 2014 Pazar

Football Manager Nedir, Ne Değildir?

Biraz iddialı bir başlık olmasına rağmen, 90'lardan beri ağırlıklı olarak erkeklerin afyonu olmuş ve uykusuz gecelere ön ayak olan seride kendi yaptıklarımı anlatarak başkalarına bir yararım olabileceğini umdum. Pek tabii bu kadar şeyi yazıya dökmenin bir diğer amacı da FM muhabbeti yapmak. Daha keyifli çok az muhabbet konusu vardır, bilen bilir.

Öncelikle tercih belirtmek gerekirse Avrupa'nın tepesinde, kazanabilecek yeni başarısı az bulunan takımlar yerine daha ufak çaplı (Türkiye Ligi gibi) bölgelere yöneliyorum. Arsenal istisna. Quaresma-Simao'nun gidişiyle naçizane kafamdaki takım kurgusuna daha yakın Beşiktaş'ı bulmuşken, FM13'te oturdum takımın patron koltuğuna. 300 Milyon Avru'ya yakın borcu kapatmak öncelikli hedef idi, kapatırken de tuttuğumuz kupanın sapını bırakmamak yanımıza kar kalacaktı. İşler biraz farklı gelişti tabii.

Neyse, başlangıç biraz sancılı oldu kadro açısından. Kulüp nakit bazında tam takır kuru bakır olduğu için eldekilerle idare etmenin tek alternatifi, eldekileri kaybetmeden kontratı biten oyuncu kovalamak idi. Bir adet üçüncülük ve bir adet ikincilik ardından nereden geldiğini anlamadığım parayla, 6. sezon sonunda kulüp rekorunu egale edeceğim 24 milyona kadar rekoru elinde bulunduracak Alper Potuk transferi gerçekleşti. Neticede altyapı rayına oturana kadar belli bir seviyeyi tutturmak lazım. Tabii böyle para harcıyorum gibi gözükmesin Potuk dışında 6 sezonda 2.5 milyon falan harcamışımdır. Bir-iki de kontratı biten oyuncuyla 3. sezondan itibaren şampiyonluğa yürüyecek iskeleti oluşturduk çok şükür.

Burada kilit noktanın, oyuncu kalitesi kadar kadro istikrarı olduğunu da görmemi sağladı bu tercih. 6. sezonun sonunda yabancı iskeleti hala Sivok-Hilbert-Fernandes-Almeida (+Holmen) idi. 4 sene üst üste gelen şampiyonluk bütününün en büyük kaynağı yine kadro istikrarı oldu. Demem o ki 27 yaşına gelen oyuncu yaşlandı falan sanmayın. Adamların prime sezonları daha yeni başlıyor. Mevki ortalamasına alırsak ağırlıklı 28-32 yaş arası tepe noktaları.

***6. sezon sonunda Kayseri'nin yine Kayseriliğini yapması sonucu deskırıpşını "yeni Klinsmann" olan Güner diye bir çepiçe 24 milyon avru bayıldık. Kendisi 4 sezon içinde Thor olup (sağ ayağı da Mjöllnir), bizi CL yarı finaline falan taşıdığı için paranın karşılığını fazlasıyla almıştık. Tek sıkıntı sözleşmesindeki 48 milyona serbest kalır maddesiydi ki United'ın eli titremedi parayı verirken laaak diye nakit bastılar.

Böyle bir meblaa gelince biz de Junior Coaching'e yaptığımız yatırımı en tepe seviyeye taşıdık. Kaliteli bir Head of Youth Development'ın maaşında cimrilik yapmamanın da etkisinden bahsetmem gerek. Bu ikisinin korelasyonu ile her sezon alttan beygir gibi bebeler gelmeye başladı. Bayağı hara oldu altyapı. 1.92'lik forvetler 1.99'luk stoperler falan... Fizik böyle de adamların geleceği de büyük. Abartmıyorum, iki sezonda bir Avrupa futbolunda tepeye çıkacak oyuncu buluyoruz.

Burdan ilk önce oyuncu özelliklerinin önemine bağlanacağım. Scout veya koç raporları bir miktar yanıltıcı olabiliyor özellikle yıldız verme konusunda. Bunun dışında iyi yanları ve kötü yanlarını belirttikleri kısmın büyük faydası var, farzı misal büyük maçları oynayamıyor veya oyun zekası düşük gibi dipnotlar düşüyorlar. Oyuncunun profilinde yazmayan şeyler. Bu açıdan teknik ekibin faydası büyük lakin oyuncunun fizik ve mental özellikleri, takıma adaptasyonu ve vereceği performans açısından en büyük ipuçlarını sağlayacak bölgeler bunlar. Atıyorum çabuk oyundan düşer mi, pozisyon bilgisi iyi mi, çalışma isteği nasıl, ivmelenmesi veya vücut dengesi nasıl vs vs. Bunlar yıldız oyuncuyu yıldız oyuncu yapan ufak detaylar. Şöyle lise yıllarında falan oynarken dikkat etmediğim özelliklerdi bunlar.

Bir diğer bağlantı noktam teknik ekip. Bu oyunda teknik ekip=başarının niteliği ve niceliği. HoYD (yukarıda bahsettiğim hacıabi), kondisyonerler, altyapı koçlar, fizyoterapistler bla bla bla. Bir takımın her şeyiyle teknik direktör ilgilenemeyeceği gibi, bu tip şeylerle işinin en iyileri ilgilenmeli. Sakatlıklara net teşhis ve daha hızlı iyileşme için iyi fizyoterapistler, takımın fizik kapasitesini arttıran ve darbeye bağlı olmayan sakatlıklara etki eden kondisyonerler, belli bir alanda (teknik, hücum, savunma vs) iyi olan koçlar çok yardımcı oluyor takımın başarısına.

Hazır antrenman demişken; antrenman düzenine dokunmayıp takımdan yüksek performans beklemek düpedüz iş bilmezlik, bunu en başta belirteyim. Ne zaman neyi ve ne kadar yoğun çalışmanız gerektiği, maç öncesi son antrenmanda rakibe göre nasıl hazırlanacağınız, hatta maç öncesi/sonrası izinlerin bile takımın oyununa etkisi var. Antrenman tesislerinin kalitesinden bahsetmiyorum bile (Euro 2020 için Almanya bizim tesisleri kullanmıştı misal, gerçekten önemli konu). Bu nedenle etliye sütlüye dokunmadan başarı kovalayıp, aradığını bulamayınca da oyunu boklayan insanları gördükçe bi' gülme geliyor.Yapmayın.

Bir diğer gubidik konu başlığı scouting. An itibariyle Burkina Faso ve Çin vatandaşı dahil 14 adet gözlemcim var ve dünyanın dört bir yanında topçu aranıyorlar. Scouting Knowledge denen naneyi arttırıyor olmaları sizin daha çok oyuncuyu gözlemlemeniz anlamına geliyor. Ha bu demek değil ki her önerileni değerlendirin. Mümkünse oyuncunun uyruğuna veya oynadığı lige hakim birden fazla gözlemciye izletin transfer hedefini. Daha isabetli bir rapor oluşur hem. Atıyorum şu an Avrupa'nın sayılı savunma oyuncularından olan benim Rumen yarmayı 6 gözlemciye falan izletmiştim. 5. sezonunu oynuyor ve sezonluk rating ortalaması en düşük 7.51. Örnek.

Şimdilik son konu başlığım da finansal durum olacak muhtemelen. Kulüp başta borç içinde yüzdüğü için bir şeyleri inşa etmek adına kadro istikrarıyla gelecek başarı, aklımdaki tek çözümdü. Nitekim işler beklediğimden kolay ilerledi. TV yayını parası, ligi bitirdiğin pozisyona göre gelen para (13. sezonda 10. şampiyonluğa yürüdüğüm için biraz para geldi tabii) derken şöyle 120 milyon avru gibi bir borcu ödeyip bir yandan da Türk futbolunun tepesine yükselmeyi başardık (amk bu da çok zor oldu bakıyorum 12 sezon 9 şampiyonluk, 1 CL, 7 Türkiye Kupası falan ama hala tepede değiliz). Neyse şu an ise borç değil avru içinde yüzüyor kulüp. Transfer veya maaş bütçesinden artan milyonlar beklemede. Keşke amatör branşlara falan aktarabilsek. Basketbolda 6 senede Final Four gediklisi olurdu takım lol.

Gecenin bir yarısı benden bu kadar. Tek bir ricayla bana ayrılan süre sonunda yazıyı kapatıyorum; şu oyunu Türkçe oynamayın ya.

23 Eylül 2014 Salı

Abi Tesla'ya Çok Haksızlık Yapıldı Ya

Ahir hayatınızda en az bir kez Tesla veya "abi çok haksızlık yapıldı" şeklinde serzenişlere maruz kalmışsınızdır. Yine bir grup tesadüfler sonucu Aykırı Biyografi serisinden, şu ana kadar Nikola Tesla hakkında yazılmış en kapsamlı biyografinin çevirisine denk geldim. Elektrik gibi konulara pek ilgisi olmayan ortalama bir sözel öğrencisi olarak rahmetliye sanırım en büyük ilgim, Sanayi Devrimi ve sonrasına imza bırakabilen bir Sırp olmasıyla ortaya çıkıyor. Dünya Balkanlar'ın köpeği olsun.

Adam olacak çocuk gibi klişelere girmek istemiyorum lakin henüz 5 yaşındayken, babasının çiftliğindeki böcekleri sıraya dizmek suretiyle güçlerinden motor çalıştırmaya uğraşan bir çocuğun ileride bir şeyleri değiştirebileceğini öngörmek gerçekten zor değil. Yine daha okul çağında, üzerine net bir bilgi olmayan abisinin ölümünden fazlasıyla etkilendiği ve yetişkin dönemine çok etkisi olan karakter gelişiminin temelini attığı anlatılıyor. Hatta bir söylenti, bu ölüme kendi yaptığı bir şeyin neden olduğu yönünde. Söylentiler...

Sefillikten, genç yaşta kumar yollarına düşmek pek tabii papaz babayı memnun etmemiş. Hele ki kendisinin de o yolu seçmesini beklerken. Birkaç bağlantıyla Budapeşte veya Paris gibi iletişim ve elektrik sistemi üzerine firmaların çalışanı olarak kendine iş bulsa da, çok daha büyük bir amaca hizmet etmesi gerektiğini fark etmesi zor olmamış. Cebinde takribi 3 kuruşla gemiye atlayıp, Amerika'ya atabilmiş kendini. Thomas Edison'ın tekelindeki doğrudan akım ortamında sıfırdan başlangıç yapması gereken ve hemen hemen zıttı olan alternatif akımı savunan genç bir Avrupalı Nikola Tesla.

Sanayi Devrimi'nden sonra elzem hale gelen emperyalist düşünceyle beslenen Edison'ın mühendisi olarak haftada 8 dolara (yanılmıyorsam) çalışmaya başlayan Tesla'nın kendi fikirleri, git gide kendi çıkarı için tutuşan ve bağnaz Edison'ı rahatsız etmeye yetmiş. Bu konuda da Tesla'nın en büyük handikabı, ticari bir zihinden çok uzak olması. Şöyle ki, tanınırlık olarak bir mühendis parçasından bir mucide dönüşmesinde en büyük pay sahibi olan yatırımcı George Westinghouse'a, alternatif akımla ilgili olan tüm patent haklarını cüzi bir miktar karşılığında daha da geliştirebilsin diye satıyor. O dönem için bile inanılmaz garip tercihler.

Bir mucit olarak, dahi olmasının dezavantajı konu başlığında hayalgücünden bahsetmek mümkün. Özellikle icadı gelir getirecek tek bir alet üzerine kanalize olamayıp, hep daha şatafatlı ve gösterişli deneyler ve fikirler sayesinde çok çabuk dikkatı dağılırmış ki hayatı boyunca kıt kanaat, borç içinde yaşamasının temel sebebi de bu. Sadece hakikaten battığı dönemlerde geçiştirmelik bir patent alıp parasını kullanırken, kalan zamanlarda ise o dönem hayalcilikle itham edilmesine neden olacak uçuk kaçık ama çok büyük icatlar peşinde koşmuş. Çeşitli fuarlarda, alternatif akımla yaptığı gösterilerin gördüğü büyük ilgi de muhtemelen gururunu okşarken, cebinin boş kalmasına neden olmuş.

Bu arada sadece fikir üretip, resmiyete dökemediği bir araba şeyin patentini almadığı için fazlasıyla yerden yere de vurulmuşluğu var. Kendisinden sonra, kendi çalışmalarıyla ilerleyen insanlarla birlikte sadece başlangıç için patentini alıp ilerletene kadar bambaşka uçuk bir fikirle aklı çelinen konular olmuş. En büyük örneği; Atlantik ötesine ilk kez sinyal göndermeyi başaran Marconi'nin, bunu yaparken tam 17 patentli Tesla ürünü kullanmış olması. Sonrasında zaten Atlantik ötesine sinyal bir yana dursun, anlamlandırılabilen ses parçaları gönderen ilk kişinin Nikola Tesla olduğu mahkeme kararıyla kesinleşecekti.

Bu kadar şeyle hem zihni, hem de vücudu meşgulken sosyal hayatını da yürütme çabası ekstra gayret etmek demekti. Dostları artık, kendisine hayran bir bayanla evlenmesi yönünde ısrarcı oluyorlarmış. Ama buna karşı argüman, "bir mucidin zihni başta olmak üzere komple varlığı o tip bir şeye zaman ayıramayacak kadar yoğun durumdadır" olmuş. Pek tabii ağırlıklı olarak basın, bunu Nikola Tesla'nın eşcinsel olabileceğine doğru çekse de, bu konuyla da ilgili net bir kanıt bulunmamakta.

Bir yandan da, yaşlandıkça iyice emekli albay psikolojisine girmiş olması söz konusu. Hemen hemen her şeye muhalefet olurken, Einstein'ın atom fiziği alanına dair görüşlerine muhalefet olması da buna dahil. Her şeyi bilen insanların olduğu dönemden, uzmanlıkların revaçta olduğu döneme geçiş onun için de kolay olmamış belli olduğu üzere.

Hayata gözlerini yummasıyla birlikte Amerikan İstihbaratı'nın, tüm çalışmalarına el koyduğu ve bunları daha sonraki bilimsel çalışmalar için temel olarak kullandığı günümüzde hala iddia edilen bir durum. Her ne kadar bunun da kanıtı olmasa da, aksi durumu ispatlayacak bir kanıt da yok. Hatta 1943 yılında yapıldığı iddia edilen Philadelphia Deneyi için çalışanlardan biri olması da bunu destekler nitelikte. Çok fazla iddia oldu evet.

Çok fazla detay veremedim ama gerçekten ilgilenen için Parıltı Yayınları'ndan çıkan biyografisi bir miktar doyuruculuğa sahip düşünce yapısı ve mükemmel icatları hakkında. Naçizane tavsiye.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Develere Fısıldayan Kadın

İnsanoğlunun yaşam şartları ve yaradılışı kökenli olsa gerek, hayatta kalma temelli hikayelere ilgi (eğer gerçekleştirecek kadar cesur değilse tabi) gayet fazla oluyor. Bunda biraz da derinlerdeki maceraperestliğin de payı vardır illa ki. Neyse, geçenlerde bir filme denk geldim. Denk geldim dediğim torrentinyo sitesinde "yify" şeyinin kopyaladığı filmleri inceleyip, gözüme hoş gelenleri indiriyorum. Tracks de bunlardan biriydi. Gişe filmi olmaktan çok gerçek bir hikaye anlatan ve Venedik Film Festivali'nde boy gösteren bir yapım. Son zamanlarda böyle tanınmamış filmlere yanlıyorum. Evet, bende de herkesin yaptığını yapamama hastalığı var.

Avustralyalı, Robyn Davidson isimli nev-i şahsına münhasır hanımefendi 1977 yılında Okyanusya kıtasını enlemesine geçerek tekrar denize ulaşmak gibi bir hayalle kavruluyor. Bundaki etkisi, macera tutkusu büyük olan babasından geliyormuş. Yani filmde öyle belirtiliyor en azından. Pek tabi bu yolculuğu gerçekleştirebilmek için harcayacağı 9 aylık sürede yanında çeşitli eşyalar da bulundurmak zorunda olacak. Buna çözümü ise Avustralya'da yaygın olan çöllerin sakinleri olan develer.

İlk olarak şansını denediği deve çiftliğinin dalyarak sahibi, haftalarca deve bakıcılığı sonrası deve bahşetme teklifinde bulunuyor. Ortalama bir horoz/tavuk bakımından kat kat meşakkatli olduğunu filmde fena işlememişler. Bahsettiğim şey hayvanların pislemesinden ziyade nispeten vahşi olmaları. Ana kahramanımız da zebellah gibi bir fiziğe sahip olmadığı için başlarda zorlanıyor evcilleştirme konusunda. Her sabah gün ışığıyla uyanıp işe başlamanın da pek yardımcı olduğu söylenemez. Velhasıl kelam, bu ilk dalyarağın kendisine attığı kazık sonrası Orta Doğu kökenli bir deve kervanı sahibi kendisine yine ufak bir bakıcılık karşılığı deve vermeyi kabul ediyor ve esas kızımız yolculuğun başlangıç noktasına gelmek için en önemli hamlesini yapıyor.

Neticede boydan boya Avustralya, resmi kayıt olarak 1700 mil yazmışlar. Şimdi metrik sistem konvörtırıyla uğraşmaya üşendim, uzak işte. Hanım kızımız, köpeği Dig ve 4 devesini bir kenara bırakırsak bu yolculuğa tek başına çıkmış. Haliyle inanılmaz bir mental kuvvet de gerektiriyor bu yalnızlık. Tam da bu noktada, köpeğin sadık bir dosttan fazlası konumuna gelmesi en büyük yardımcısı. Saçmalamayın öyle bir şey değil, oha. Efenim bi' sırdaş olsun, bi' yoldaş olsun halden anlayan küçük bi' kuçu kuçu. Lakin bu köpeciğin çölün ortasında bulduğu kırık bir şişeden sızan sıvıya kaşla göz arası attığı dil, patileri dikmesine sebep oluyor ki bu durum da hanfendiye yaptığı şeyi sorgulatıyor. Paragrafın başında bahsettiğim mental kuvvetin en çok sınandığı nokta da burası muhtemelen.

Yolculuk sırasında karşılaştığı yağız bir delikanlı, maceranın birkaç fotoğraf aracılığıyla National Geographic'in ilgisini çekebileceğine karşın haklı bir inanca sahip imiş. 9 aylık yolculuk süresince 3 kez uğrayıp çektiği fotoğraflar o yıllarda dünyanın her bir köşesinden ilgi toplamış dergi sayesinde. Yolculuğun bitiminde Robyn Davidson'ın dergiye yazdığı makale yeterli gelmemiş olacak ki istek üzerine, yolculuktan önce aklının ucundan geçmeyen, kitap yazma işine girişmiş ve filmin ana kaynağı da bu şekilde ortaya çıkmış.

Kitabın nereden bulunacağını veyahut çevirisi olup olmadığına bakmadım, ama film gayet rahat bulunabilir. Kıytırık bir yapım da değil ayrıca, Robyn Davidson'ı da Alice Harikalar Diyarı'nda ve Jane Eyre'de başrol oynayan Mia Wasikowska canlandırıyor. İlginizi falan çekerse diye.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Konya

Müthiş önyargılarımla, öyargılı yaklaşılan Konya'da farklı bir birliktelik olabileceğine inanmıştım. Bu arada durduk yere şehir dışına bilet alıp spontane yaşayan bir gezgin çakması sayılmam, U18 Avrupa Basketbol Şampiyonası bahanesiyle Konya'ya yol aldım. Yaşasın basketbolla seyahati kombine etmek.

Her neyse. Klasik İç Anadolu şehri, İç Anadolu halkı vs vs önyargılarını ben kenara bırakmıştım şehre girerken, yani en azından denemiştim, gördüklerimden de memnun kaldığımı söyleyebilirim. İlk göze çarpan #AKbelediyelerMutluKonya sanırım. Tamam hepimiz belediyecilikteki dalyaraklık düzeyinin fazlasıyla farkındayız. Yerleşim konusunda çok büyük falso olduğunu söyleyememm lakin Gençlik ve Spor Bakanlığının yaptırdığı modern salon, Konya'nın muhtemelen en sapa mahallesinde. Akşam 11'e doğru maçlar bitiyor, minibüs beklerken bir el götümde bir el cüzdanımda bekledim. Ben kıl adamım.

Aq Belediyelerden öncesine gidersek (bakın çok enteresan, sene 1204 falan) Konya'nın Osmanlı'dan ziyade Anadolu Seçlukluları devletinde önemli olması şehri biraz daha 'yunik' ve görülebilir kılıyor en azından benim için. Bununla birlikte Çatalhöyük/Karahöyük/Klistra gibi antik kentlere yakın olması bakımından Hitit-Frigya hatta Antik Yunan dönemine dair parçalar bulmak dahi mümkün. Son gün içimde filizlenen tarih merakını gidermek için az bi' arkeolojik tur attım. Arkeolojik açıdan ülkenin en değerli birkaç şehrinden biridir muhtemelen. Bir o kadar da ilgi çeken Mevlana Müzesi, içerik bakımından tatmin edici. Dergah yaşamına dair bir araba ayrıntı sergileniyor. Derviş modellemelerinin korkutuculuğu dışında problem olmadı. Belki bu benim problemimdir, çok canlı duruyorlardı lan.

Pek tabi burada insan yaşıyor. Ne kadar mükemmel bir asosyal potansiyeli taşısam da hiçbir şey bilmediğim şehirlerde keşfe çıkmak/kaybolmaktan aldığım keyfi çok az şeyden alıyorum ve bu konuda yöre halkı güzel bir kaynak olabiliyor. Sokağa çıktığımda azımsanmayacak sayıda net Anadolu kesmesi vardı kabul. Hatta kırsala doğru açılırsak eşek sikenleri dahi bulabiliriz belki. Ama ben, sikilmiş İstanbul'da asla göremeyeceğim esnafı buldum Konya'da. Adres sorma sırasında bilemese de gidip başka esnafa soran ve doyurucu cevap vermeden göndermeyen dükkan çalışanı/sahibi belki çok nadir bulunan bir şey değil Anadolu'da ama dükkanın önünden geçerken hapşurduğumda adam 'çok yaşa yeğen' dedi bana gülümseyerek. Ulan kaçınız karşılaştı böyle bir şeyle? Hafif bir şok sonrası 'ha şey eyvallah' kombinasyonuyla cevap verip hırbolukta seviye atladım.

Sinirden küfre asıldığım anlar olmadı mı, oldu. Güzel bahtıma, Konya'ya ramadan ayında gitme gibi bir şey yaptım. Gitmeden önce de yemek tavsiyesi olarak net birkaç yeri not almıştım. Neticede tanınan bir bokboğaz olarak bu noktalarda çekpoyint imkanı bulmak, Konya'daki yapılacaklar listesindeydi. Belki de düşünmek istemediğim şey, bu yerlerin ramadan nedeniyle iftara kadar kapalı olmasıydı. Herkes oruç tutmak zorunda di mi aq yerinde? Neyse şaşırtıcı derecede oruçsuz insan da vardı mesela. Ben de bahaneyle çok yiyip kilo almamış oldum (bkz: polyannacılık).

Konya zannedildiğinden bir miktar daha modernleşme döneminde olan bir şehir görebildiğim kadarıyla. Üniversite-Otogar-Şehir Merkezi(Alaaddin Tepesi) güzergahlı tramvay hattı büyük çeşitlikik getirmiş ki bu tramvay hattı uzayıp yeni yapılan salonun önüne kadar gidecekmiş. Salona ulaşımın kolaylaştırılması buraya daha çok turnuva verilmesi demek olur muhtemelen. Ha bu arada tramvayların her birine özel wi-fi var, öyle yani.

Şehirdeki bir diğer teknoloji adaptasyonu çabası da belediyenin yaptığı mükemmele yakın Android uygulaması. Tarihi yerler, yemek yenecek yerler, gezilecek yerler, ulaşım, şehir tarihi bilmemne bilmemne ve bunların haritadaki yerleri. Resmen elim ayağım oldu bu uygulama. Ahan da şurada, belki merak edip bakan olur.

Özetle yaşanmaz değil ama illa bir liste yapılacaksa yaşanılacak şehirlerde üstlere oynamaz. Bunun yanında gezi seçenekleri olarak göz doyurma ihtimali de yüksek. Gidin falan demeyeceğim, keyfiniz bilir. Selametle.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Aydın

Ege'deki şehir evet. Herkeste bir ecnebi şehri/ülkesi yazma hevesi aldı yürüyor. Yurt içi şehirlerini yazmak horgörülüyor herhal. Hayır gitmediğimden de değil çok şükür de, hakkını yiyorsunuz. Her neyse;

- Havaalanı falan yok sanırım, otobüsle gittim ben. Otogarı merkeze servisle 10 dakka. Merkezde de tren garı var, İzmir'e gidişi rahat. Zaten çük kadar şehir afedersiniz. Genel nüfus hala merkeze gelememiş muhtemelen, bir kırsal yaygınlık mevcut. Ege şehri işte, çok hakim değilim Ege'ye.

- Demokrat Parti'nin idam edilen başbakanı Adnan Menderes'in Aydınlı olduğunu bilmeseniz de anlayabiliyorsunuz şehir içinde. Köprüsü, bulvarı, altgeçidi, üniversitesi... Çok şükür her yerde.

- Genel olarak şehircilikte ortaya çıkan yolların, kaldırımların kenarındaki süs bitkiler, bilmemneler var ya... Burda bayağı turunç ağacı dikili meyvesiyle falan. Aşina değiliz.

- Yine nüfusun merkezdeki azlığı belediye otobüsü kavramını da şekillendirmiş. Bayağı pejo karsanlar, isuzular belediye otobüsü olmuş. Yalnız biraz pahalı, onu kınıyorum.

- İstanbul'daki kafelerde yemek yemek o kadar içime oturmuş ki Aydın'da huzur buldum. Bayağı şehir meydanındaki en iyi iki kafeden birinde elim kadar olan iki parça tavuk ızgara ve standart tabak bilmemne alfredoya 13 lira verdim toplamda. İstanbul'da yediğini düşünsene. ÇILDIRIRSIN.

4 gün falan kalabildim, bu kadar malzeme çıktı. Bir de antik kazı alanı vardı ona gidemediğime pişmanım. Onun dışında Aydın'ın en iyi yanı İzmir'e dönüşü.